top of page

Bu da benim İstanbul'um ,İstanbul Gezmeleri , Zamanda Yolculuk.


Orhan Pamuk’un Eski İstanbul fotoğrafları ile dolu kitabı okurken, herkesin okuduğu kitaplar veya seyrettiği filmlerle kendi hayatı ile ilgili paralellikler kurduğu gibi kendi Geçmiş İstanbul’umu ve benim için o zamanlar İstanbul demek olan Hasköy’ü düşündüm.

Henüz yolların hemen bitiminde başlayan ve hiç bir boş toprak bırakmayan binaların olmadığı Hasköy’de güzel insanlar ve komşuluklar olsa bile, Hasköy ahım şahım bir yer değildi. Buna rağmen hayata gözlerimizi açtığımızda onu öyle bulmuş ve öyle kabul etmiştik. Haliç’in Sütlüce’den denize atılan bağırsakların, köpek ölülerinin ve insan dışkılarının yüzdüğü kirli suları bizim için normaldi. Pis kokusu ise hiç bir zaman bizi rahatsız etmezdi. Biz yine onda kendi hayatımızı olduğu gibi yaşar, onun güzelliklerini görürdük.


Tek tük ve ne zaman geleceği belli olmayan Leyland Marka yarı otomatik İ.E.T.T. otobüslerini, arka kapıdaki biletçiyi hatırlayacak kadar yaşamışım artık. Hatta Aynalıkavak Yukuşu’ndan çıkamayan bu otobüsleri, yolcuların inerek ittirdikleri de olmuştur. Dolmuş ve kamyon duraklarındaki otomobillerin tamamı eski amerikan arabaları idi. Bu otomobillerin her bir modeli, bana farklı insanlar gibi gelirdi. Bazılarının kocaman dişleri, bazılarının çekik gözleri, bazılarının gülen yüzleri, bazılarının da omuzlarından savrulan pelerinleri vardı... Hepsi ilerlerken, yola göre hareketlerini çok yavaş çekimde yaparlardı. Ağır gövdeleri, tekerleklerinin bir küçük yükselti veya çukur ile karşılaştıklarında, onları emin ve yavaş hareketlerle aşarlardı. Ön camlarından arkaya kadar sarı-siyah damaları ve ön kaportanın kenarında taksi sayaçları vardı. Ön ve arka koltukları ise genelde naylonla kaplu, o zamanlar evlerimizdeki yekpare (tek parça) divanları hatırlatırlardı. Vites kolları direksiyondan olduğu için, şoför koltuğu da aynen arkadaki koltuk kadar büyük ve kesintisizdi.

Ben ve arkadaşlarım, ortaokulu bitirene kadar Hasköy’ün dışına hiç çıkmamıştık yalnız başımıza. Beyoğlu o kadar yakın olduğu halde, bizim için henüz keşfedilmemiş bir mekandı mesela. Nişantaşı, Şişli, Beyoğlu, Sultanahmet, Aksaray, bunlar hep uzaktı. Yanımızda büyüklerimizle oralara gittiğimizde ise bu yolculuklardan zevk aldığımı söyleyemem. Oralara hep ya doktor için, ya annem veya ablamların alış-verişleri için gitmişizdir. Bildim bileli, her hafta olmasa da, sık aralıklarda doktora giderdik annemle, Kuledibi veya Aksaray’a...

Şişhaneden sümüklü böcekleri andıran, güçlerini yukarıdaki tellerden iki sopa aracılığı ile alan treleybüslere binerek Aksaray’da eminim artık vefat etmiş Türkan Akalın diye bir çocuk doktoruna giderdik. Artık ona vardığımızı, görmeye doyamadığım saraçhane altgeçindeki bisiklet ve oyuncak dükkanlarından anlardım. Kocaman ve bembeyaz yüzlü ve şefkatli bir kadındı. O bir doktordu ama aynı zamanda misafirliğe gittiğimiz komşu gibi gelirdi bana. Şu an Aksaray’daki Pertevniyal Lisesi’nin karşısıdaki tek bloklu büyük binaya, şimdi yıkılmış olan üst geçidin hemen dibindeki siyah boyalı kapıdan girer, geniş merdivenlerinden çıkarken Türkan Akalın’ın iğnesi aklıma gelir ve ağlamaya başlardım... Benden bir önceki aynı ismi taşıdığım kardeşim (ağabeyim) kuşpalazı’ndan öldüğü için, biraz boğazım şişse annem beni hemen tuttuğu gibi ona götürdü. Yani hayatımızın ayrılmaz parçası doktorlardı. Bademciklerim de hep şişerdi anasını satayım!!! Ayrıca Türkan Akalın yanında, Kuladibi Saint George Hastahanesi de sık sık ziyaret ettiğimiz mekanlardı. Ahhh annem! Benim için neler çektin sen!!! O zamanlar nefret ettiğim parke taşlı Şişhane ve Kuledibi Yokuşları’ndan şu an yürüyerek geçtiğimde, hep o günler aklıma gelir ve keşke o günlere dönsem de, bademciklerim yine şişse, Çocuk Doktoru Vartovar Sorgos ve Dahiliyeci İstavri İpsilantis yine koca enjektörleri benim önümde kırdıkları ampüllerdeki ilaçlarla doldursa ve bana o zaman kaçınılmaz olarak bir tarafıma saplayacakları enjektörleri hazırlasalar... Onlar da çok çekti benden :) Çocuk Doktoru Vartovar Sorgos, sinirli bir adamdı. Kısa boyluydu ama anneler ondan korkardı. Çocuklarına doğru dürüst bakmayan ve hastalıklarının başında değil de, neredeyse artık dayanılmayacak düzeye geldiğinde çocuklarını getiren annelere bağırır ve annemi gösterirdi, “Bakın! Örnek alın... Anne böyle olur... Çocuğunuza acımıyor musunuz! La ilahe illallah!!!”... Tabi ki annem de bununla bir şekilde gurur duyardı. Kendi kendine, “Nasıl anneler var! Hatta çocuklarını kaldırımın araç geçen tarafında bile yürütebilecek kadar düşüncesizler...!”

Hiç bitmeyen bademcik sorunum artık benim ve annemin canına tak etmişti. Yine Saint George Hastahanesi”ne gittik... Meğerse o gün bademciklerim alınacakmış. Annem, tam bir ikilemde; oğlunun ameliyat olması lazım ama bir yandan da ne kadar acıyacağını düşünerek, ameliyata gitme ve gitmeme kararsızlığında. Fakat tabii ki mantığı sonunda gelip gelip, beni Rahibe Hanım’ın ellerine teslim ediyor... O hastahanede fiş kesenlerden, doktorlara yardım edenlere kadar rahibeler çalışıyorlardı. Bir tanesi çok uzun boylu ve koca burunluydu. Fişi keserken, kafasını neredeyse doksan derece yukarıya çeviren bana, gökyüzünden bakar gibiydi. Bir tanesi de toplu ve tondan biriydi. İşte beni İstavri İpsilantis’in ellerine o teslim etti. Önce bir sandalyeye oturdum ve ellerim arkadan bağlandı. Evet genel anestezi değil, lokal olarak yapılacak anestezi ile bademciklerim alıncaktı ama ne büyük işkenceydi anlatamam... Ve aslında ne dayanıklı bir çocukmuşum ben... Hiç gıkım çıkmadı ama gözlerimden gelen yaşları engelleyemedim yine de... Başımı elleri ile ameliyatın başından sonuna kadar tutan rahibe ise çok şevkatli gelmişti. Onu bir daha görmediysem de, bana gösterdiği şevkatle hala kalbimdeki yerini korumakta. Ya İstavri İpsilantis!!! Gözlerimdeki yaşları gördüğünde, “Oğlum az kaldı... Kurtulacaksın... Gel sana bir şarkı söyleyeyim; Ağlama değmez hayaaaaaaaat, bu göz yaşlarına!”... İşte bu şarkının da anısı bu :) O doktar ayrıca beni o ameliyattan iki sene önceki, “zaafiyet” dedikleri ama sanırım daha ağır olan bir hastalıktan kurtarmıştı. Koltuk altımda meydana gelen lenf şişmesi önce ona eminim lösemiyi düşündürmüş ama bir zaman sonra anneme “Hanımefendi! Gözünüz aydın! Korktuğumuz gibi değilmiş!” dediğinde, annemin yüzünde açan güllerin kokusunu unutmak mümkün mü!... Ahhh ben anneme neler çektirmişim!...

Doktorlara gitme dışında, gittiğimiz Mısır Çarşısı, Kapalı Çarşı ve Fatih alışverişlerinde, ablamların pazarlıklarından utanır, yerin dibine geçesim gelirdi. Sanki dükkan sahibi ile pazarlık yapmaları çok ayıpmış gibi gelirdi bana. Şimdi o pazarlıkları kendim yapıyorum... Ayıp değilmiş...


O günlerin vazgeçilmezlerinden biri de, Hasköy’den Balat’a geçişimizi sağlayan ahşap kayıklardı. Hasköy İskelesi’nin yanında sıraya girer, müşterilerini beklerlerdi. 4 veya 6 kişi geldiğinde, dolmuş gibi kalkar ve karşı kıyıya geçerlerdi. Bazen biri gelir, “Hadi gidelim!” diyerek, henüz boş olanyerlerin de parasını ödediğinde ve hele bu bize rastladığında gayet de güzel olurdu. Karşıya daha fazla beklemeden geçerdik. Ne kadar pis olursa olsun Haliç, bu geçişleri çok severdim. Balat’da vardığımız yerde, yığın yığın/üst-üste dizilmiş metal varillerin arasındaki çamurlu yoldan, ana yola varırdık. Sokak köpeklerinden de acayip korkardım tabi. Bu yolla, Fatih’deki akrabalarımıza giderdik annemle. Balat’tan Fener’e ve sonra Küçükmustafa Paşa’ya (bizimkiler Mustalpaşa diyorlardı)... Yolda annemin küçükken oturdukları ve bir odasını kullandıkları evin önünden geçerken, bana merdivenin kırık aralığından kaçan topunu hatırlatırdı yine. Biriktirdiği para ile asla bir bebek alamamış, bu para hep şekere yetmişmiş... Bir gün daha fazla bir para ile, oyuncakçıya gidip yine rafta duran bebeği göstermiş ama yine olmamış... Bu sefer de para, avuç içi kadar küçük topa yetmiş... Kabul etmiş üzülerek tabi... Sonra dükkandan çıkar çıkmaz, topun büyüsüne kapılıp, sektirmeye başlamış. Ayağının altından, üstünden sektirirken, birden top merdivenin altına kaçmış ve kaçış o kaçış... O kız benim annem olmuş olmasına ama hala aklı o toptaydı :)

Balat’da, Fener’de ve Ayakapı’daki lüle saçlı Yahudileri ve gür sakallı Rum Papazları’nı da anlatırdı. Hatta babam hastalandığında cami hocasına getirmişler. O da babama dadanan cinin Hristiyan olduğunu ve papaza okutmaları gerektiğini söylemiş. Babamın kan kardeşi, babamı sırtına alıp, kilisenin kapısına kadar götürmüş ama içeri girmemiş... “Ya ben camiye gitmiyorum, bari kiliseye de girmeyeyim!” demişmiş :) Papazı çağırmışlar. Papaz, babamı içeri aldırmış ve okumuş... İstanbul öyle bir yerdi yani... Kültürler çatışmaz, bir arada yaşarlarmış ama zaman zaman ekilen nifak tohumları tutmuş, 1955 olaylarında Rumlarımızı ve 1968’de de İsrail’in kurulması ile de Yahudilerimiz’in çoğunu kaybetmişiz... Söylemeye gerek yok ama yine söyleyeyim; Benim doğduğum Hasköy, taaaaa Beyazıt Zamanı’nda Engizisyon’dan kurtulan Yahudiler’in yerleştirildiği Osmanlı Toprakları’ndan biridir... Bu nedenle Hasköy’de hem Yahudiler, hem Rumlar ve hem Müslümanlar uzun yıllar birlikte yaşamışlar... Bu sayede bu hoşgörünün ve birlikte yaşama kültürünün kalan zerresi bize de bulaşmış... İyi ki de bulaşmış...

Pamuk’un anlattığı simsiyah renge bürünmüş ahşap evlerden bir sürüsü de bizim mahelledeydi. Bu kitabı okuyana kadar üzerinde hiç düşünmemiştim; meğerse ahşap evlerin o siyah rengi, o evlerin doğal hali değilmiş... Meğerse o evler yapıldıklarında rengearenkmiş. Sonra bakımsızlıktan aldıkları hal olduğunu böylece idrak etmiş olduk...Tabi o evlerin çoğu önce kırmızı har ve sonra kül oldular, ya ayakta, ya bir sobada...

Bu kitap da, her bir kitap gibi beni kendi hayatımın başka zamanlarına ve hayallerimin başka yollarına götürdü... O kadar çok şey var ki şu an aklımda, hadi ben biraz da yalnız başıma dalayım o anılara ve hayallere...

Bu da zamanda bir seyahatti...

234 görüntüleme
bottom of page